googletheshortstory
www.theshortstory.tr.gg  
 
  Naki Tezel -Türk Masalları 19.04.2024 08:54 (UTC)
   
 

Eser Hakkında

Naki Tezel uzun memuriyet hayatı boyunca devamlı olarak Türk folklor ve edebiyatı ile ilgilenmiş, bir taraftan da der­lemeler yapmıştır. Onun tanınmasını sağlayan asıl eserleri ise Türk Masalları isimli derleme eseridir. Bu eser sayesinde halk arasında yaşayan, ancak yazıya geçmeyen birçok masal ka­leme alınmış ve kültürümüze kazandırılmıştır. Naki Tezel, bu ı 1933-1958 yılları arasında, başta İstanbul ve Ankara (bazı kaza ve köyleriyle) olmak üzere, yurdun çeşitli bölgelerinde büyük bir sabır ve ti­tizlikle derlemiş, yüzlerce masal arasından seçerek meydana getirmiştir. Bu kitapta 54 Türk Masalı yer almıştır.
Türk Masallarının Türk kültür ve edebiyatındaki yeri hakkında Naki Tezel şöyle der: “Çocukluğumuzda bizi, aile toplantıla­rında çoğunlukla eğlenmek için söylenen; ama anlamlarını pek kavrayamadığımız mânilerden ve neyi anlattığını bul­makta değil bizim, büyüklerin dahi zorluk çektikleri bilmece­lerden çok, ilgilendirmiştir. Çoğu geceler ninemizin dizinde, tatlı uykumuzu bile feda ederek saatlerce masal dinlemişizdir.”
Masal, üç bölümdür. Masal başı, yani tekerlemesi, ma­salın kendisi, masal sonu. Masal öyle gür bir kaynaktır ki bu kaynaktan birçok bilim yararlanır. Halk ı bir millet için zengin hazinelerdir. Milletin eski seciyeleri, eski ülküleri masallarda gizlidir. Halk medeniyetinin eski izlerini ­dan kısmen çıkarma olanağı vardır.
Çocuk eğitiminde ise masalın önemli rolünü kabul etme­mek mümkün değildir. Küçük çocukların dikkatini, ilgisini yalnız çektiği için folklor malzemesi olarak derlenen masallardan, açık bir anlatım, basit ve kısa cümlelerle yazıl­mış, eğitici ve “kıssalı” hikâyeler yazmak, kötü unsurları atıp, çocuk hayalini işitecek iyi unsurlarla güzel hazırla­mak, çocuk edebiyatına büyük hizmet olur.

Eserden :

* Yeşil Kuş

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın güzel bir kızı varmış. Günlerden bir gün, zengin bir adamın oğlu padişahtan kızını istemiş. Her iki taraf iyice görüşüp ko­nuştuktan sonra, padişah, zengin adamın oğlunu damatlığa kabul etmiş.
Bir zaman sonra kırk gün, kırk gece düğün yapılmış, iki genç evlenmiş. Evlendikleri gece, delikanlı kızın kendisini se­vip sevmediğini anlamak için bir deneme yapmış: Bir altın ta­bağın içinde beyaz üzüm, bir gümüş tabağın içine de kara üzüm koyarak, karısına demiş ki:
- Ey padişah kızı, söyle bakalım, bu üzümlerin hangisi tabağına uygun düştü?
Hiç beklemediği bir soru ile karşılaşan padişah kızı, ta­baklara şöyle bir baktıktan sonra:
- Gümüş tabak içinde kara üzüm daha güzel görünüyor, cevabını vermiş.
Delikanlı bu cevabı beklemediği için birden köpürmüş:
- Demek sen beni değil, kapımdaki Arap uşağı sevdin ha!
Kocasının bu sözü karşısında şaşkına dönen kız, kendisi­ni haklı olarak savunmaya hazırlanırken, daha fena bir şeyle karşılaşmış. Kocası eline geçirdiği bir sopa İle üzerine doğru geliyormuş. Kendini korumak için odanın bir köşesine kaç­mışsa da delikanlı hemen arkasından yetişerek onu yakala­mış, dövmeye başlamış. Tam kırk sopa vurarak zavallı kızı adeta hasta etmiş.
Bir gün böyle, iki gün böyle… Kırk gündür kız, kocasın­dan sopa yiyormuş.

.
Biz bırakalım onları bu hâllerinde…
O civarda fakir bir kocakarının bir oğlu varmış. Oğlan bir gün kazandığı para ile bir top bez alıp anasına getirerek:
- Ana, demiş, bu bezden bana birkaç tane gömlek yap. Ama gömlekleri hiç tasası olmayan bir insana kestir ki ben de hiç tasa çekmeden onları sırtıma giyebileyim…
Kadıncağız düşünmeye başlamış. Acaba komşular ara­sında tasasız kim var ki? Çok geçmeden, buldum diye sevi­nerek oğluna koşmuş:
- Daha geçenlerde evlenen padişah kızı var, demiş. On­dan tasasız kim olabilir ki? Ben hemen ona gidiyorum oğul!
Oğlan:
- İyi buldun ana, demiş, hem padişah kızı hem de zen­gin bir eve gelin gitti. Elbette ondan tasasız kimse bulamayız.
Kadın hazırlanmış. Koltuğuna bir top bezi alarak yola çıkmış. Sevinerek girmeye başlamış. Çok geçmeden zengin adamın köşküne varmış.
Kapıyı hizmetçiler açmış. O sırada adam evde olmadığı için kadını gelinin yanına çıkarmışlar.
Yediği dayaklardan her tarafı çürük içinde kalan, kemik­lerinin sızısından yerinde güç oturabilen kız, hâlini belli etme­meye çalışarak:
- Buyurun teyzeciğim, demiş. Bir dileğiniz mi var?
Kocakarı, padişah kızının kendisini güler yüzle karşıladı­ğını görünce içi ferahlamış, konuşmaya başlamış:
- Ah evladım, sakın seni böyle sabah sabah rahatsız etti­ğim için gücenme. Benim bir oğlum var. Kazandığı para ile şu bir top bezi alıp gelmiş, gömlek istiyor. Ama tasasız bir kimseye kestir de ben de tasasız giyeyim diyor. Düşündüm, taşındım sizden daha tasasız kim olabilir? Bezi alıp geldim… Güzel ellerinizle oğluma birkaç gömlek keserseniz memnun olurum.
Kocakarının sözlerini dikkatle dinleyen kız, kendi kendi­ne şöyle bir düşündükten sonra:
- Teyzeciğim, demiş, dünyada tasasız insan yoktur ki ben de tasasız olayım? Sana ben tasamı anlatmaya başlasam, inanmazsın! Onun için bu gece benim misafirim ol, seni o-damdaki dolapta saklayayım. Benim ne büyük tasam oldu­ğunu o zaman anlarsın!
Kocakarı, padişah kızının da tasası olduğunu öğrenince, ne diyeceğini bilememiş. O gece orada kalıp kızın tasasını öğrenmeye karar vermiş.
Kız, misafirine yemek yedirdikten sonra, onu kimseye göstermeden odasındaki dolapların en büyüğüne saklamış.
Akşam olunca, zengin adamın oğlu gelmiş:
- Sen beni sevmedin de kapımdaki Arap uşağı sevdin ha, diyerek elindeki sopa ile kızı dövmeye başlamış. Kırk so­pa vurduktan sonra çıkıp gitmiş.
Zavallı kızın bağırmasına, inlemesine dayanamayan ko­cakarı, dolaptan çıkarak kızın vücuduna ilaç sürmüş. Sabaha kadar onun acısını paylaşmış. Gün ışırken, bezini koltuğuna aldığı gibi kestirmeden evine dönmüş.
Annesini merak eden oğlan:
- Nerede kaldın ana, demiş. Kocakarı gördüklerini bir bir oğluna anlatmış. Oğlan da padişah kızının tasasına üzülmüş. Anasına demiş ki:
- Ana, ben eski gömlekle gezsem de olur ama padişah kızını tasadan kurtarmak lazım! Şimdi sen ona git, kocası bu akşam gene onu dövmeye gelince “Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, yeşil kuşların dedesini seviyorum.” desin. Adam evden çıkarak yeşil kuşların dedesini aramaya gider. Kız on­dan sonra kurtulacak, üzülmesin…
Kocakarı, oğlundan bu aklı alınca hiç beklemeden yola çıkıp padişah kızının yanına gitmiş, oğlundan öğrendiklerini ona tekrar etmiş. Sonra evine dönmüş.
Akşam olunca, adam yine gelmiş. Karısını dövmeye ha­zırlanırken, o:
- Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı demiş. Ben yeşil kuşların dedesini seviyorum…
Kız böyle deyince adam duraklamış. Yeşil kuşların dede­si acaba nerede? Gidip onu bulayım diye düşünerek yola çık­mış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş, bir çayıra varmış. Orada kocaman bir konak görmüş. Yanına giderek uşaklarla konuşmuş. Atını bir ahıra bağlaya­rak yukarıya çıkmış. Önüne bir kapı gelmiş. Biraz sonra kapı kendi kendine açılınca kendisini büyük bir odada bulmuş. Burası odadan çok hiç kimsenin girmediği bir orman or­tasında bir bahçeye benziyormuş. Her tarafta ağaçlar, çiçek­ler, çalılar varmış. Her ağacın dallarında, her çiçeğin üstünde, her çalının dibinde birçok, hem de pek güzel yeşil kuş varmış. Odanın en sonunda bir ağaç kovuğunda da uzun beyaz sa­kallı bir ihtiyar oturuyor, kuşlara bir şeyler öğretiyormuş.
Delikanlı, selam verip yürümeye başlamış. Yeşil kuşların dedesi, delikanlının selamını alarak yer göstermiş.
Yeşil kuşların dedesi:
- Söyle bakalım evlat, demiş. Buralarda işin ne senin?
İhtiyar, gelen misafire böyle seslenince, kuşların hepsi su­sup yeni gelene bakmışlar. Onun vereceği cevabı beklemişler.

Delikanlı, derdini anlatmaya başlamış:
- Ben bir padişah kızı ile evlendim. Evlendiğimiz gece bir altın tabağa beyaz üzüm, bir gümüş tabağa da siyah üzüm koyarak bunların hangisi uygun düştü diye sordum. Gümüş tabağa siyah üzüm daha uygun demesin mi? O zaman anla­dım ki bu kız beni değil kapımdaki Arap uşağı seviyor. Ben de ona her gün kırk deynek vurmaya başladım. Kırk gündür hep böyle dövmekteyim…
Son günü bana:
“Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, ben yeşil kuşların dedesini seviyorum.” dedi.
Ben de onun için seni almaya geldim, demiş. Yeşil kuşların dedesi:
- Oğlum, demiş. Daha söyleyeceğin var mı? Delikanlı:
- Hayır, demiş. Bu kadar… Bu sefer dede:
- Oğlum, sen haksızsın, demiş. Karının hiç kabahati yok. Sen fikrini sormuşsun o da söylemiş. Onun sözünden fena mana çıkmaz ki… Hem senin karın gül gibi bîr kadındır. O-nun kıymetini bilmemişsin. Bak ben sana başımdan geçenle­ri anlatayım da o zaman dünyada ne kadınlar varmış öğren:
Vakti zamanında ben okumuş, sözü sohbeti yerinde, pi­şirdiği yenir, diktiği giyilir bir kadınla evlenmiştim. Her akşam ben filan komşuya gidiyorum, diyerek çıkar, sabaha kadar gelmezdi. Bir gün böyle, iki gün böyle, baktım ki olacak gibi değil… Nihayet gittiği yeri öğrenmek için bir akşam ben de arkasından çıkarak peşine takıldım. Az gittik, uz gittik, çok geçmeden bir kayanın önünde durduk. O beni görmüyordu. Birdenbire: - Yarıl kayam yarıl, diye seslendi.
Kayalar açılmaz mı? O hemen içeriye girdi. Ben dışarıda kaldım, çaresini bulamayınca eve dönüp yattım. O, sabaha karşı eve geldi.
O akşam ben yanıma bir yiyecek torbası ile bir kılıç ala­rak yine belli etmeden karımın arkasına takıldım. Yolda ona görünmeden öne geçip kayanın yanına vardım. Bir köşeye gizlendim.
- Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan evvel içeriye girdim. O da arkamdan girdi. Baktım zayıf bir ışık var. Görünmemek için bir köşeye çekildim. Karım ilerleyerek o ışığın yanına gitti. Çok geçmeden onun yanına bir Arap gel­mez mi? Bu Arap’ın bir dudağı yerde, bir dudağı da gökte idi. Bizim kadın onun yanına yaklaşarak:
-Aman beyim, canım beyim, sakın bana darılma, bizim herifi uyutamadım da onun için geç kaldım, diye dil dökme­ye başlamaz mı? Ondan sonra eğlenmeye koyuldular. İyice yorulunca yatıp uyudular. Ben o zaman yanlarına giderek bir kılıç vuruşta Arap’ın kellesini kopardım. Toprağa koyup ka­yanın açıldığı yere gelerek:
-Yarıl kayam yarıl, dedim, kaya yarılmadı. Beklemeye başladım. Sabaha karşı bizim kadın uyandı. Yanındaki Arap’ın kafasının kesilip götürüldüğünü görünce, hem kork­tu, hem de keder etti. Kendi kendine:
- Bizim herif olmasa, burada kalır, Arap için yas tutar­dım, demez mi?
Kan beynime sıçradı. Fakat yerimden kımıldamadım. O yanıma kadar geldi. Beni görmüyordu.
-Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan önce çıkarak eve geldim, yatağıma yattım. O da biraz sonra yanı­ma geldi. Ertesi sabah kalktığım zaman bana: - Benim kırk gün, kırk gece yasım var, beni bekleme, gi­diyorum deyince, fena hâlde kızdım. Hemen torbayı alarak baş aşağı ettim. Arap’in kafası odanın ortasına “pat” diye dü­şünce, bizim kadının gözleri yerinden fırladı. Yere eğildi. A-rap’ın başını eline alır almaz o anda bir eşek oldu. Bir gözün­den yaş, bir gözünden de kan akmaya başladı. Tutup onu a-hıra götürdüm, bağladım. Şimdi orada. İşte oğlum, benim başıma da bunlar geldi.
Yeşil kuşların dedesi sözlerini bitirince, delikanlı düşünce­ye dalmış. Dedenin başına gelenleri öğrendikten sonra, ken­disinin haksız olduğunu daha iyi anlamış. Fakat oradaki yeşil kuşları merak eden delikanlı, dedeye sormuş:
- Dede, bu kuşları niçin burada topladın? Yeşil kuşların dedesi demiş ki:
- Oğlum, bu kuşların her biri insandır. Hem de tasalı in­sanlar. Dünyanın neresinde haksızlık görmüş, kederli, tasalı insan varsa haber alır almaz yeşil bir kuş hâline sokarak onları buraya getirir, kendime evlat edinir, her gün güzel sözlerle ta­salarını, kederlerini gidermeye çalışırım. Anladın mı şimdi?
Delikanlı, dedenin bu sözü üzerine, karısının kendisini ni­çin buraya gönderdiğini daha iyi anlamış. Allaha ısmarladık diyerek oradan ayrılacağı sırada, yeşil kuşların dedesi buna bir çiçek uzatarak:
- Al bu çiçeği de, demiş. Kalbi sana kırık olan karına ver. Başına taksın; tasadan, kederden kurtulacaktır…
Delikanlı, çiçeği alarak oradan ayrılmış. Atına binerek yola koyulmuş. Dere tepe düz, gece gündüz giderek evine varmış. Karısının yanına çıkarak yeşil kuşların dedesinin gön­derdiği çiçeği ona vermiş. Başına takmasını söylemiş.
Kız sevinçle çiçeği alarak başına takmış. Fakat o ne? Çi­çeği eline alır almaz ortadan kaybolan karısını arayan delikanlı, bir de ne görsün? Karısı yeşil bir kuş olmuş, pencere­den dışarı uçmuyor mu? Pencereyi kapayıp karısını kaçırma­mak için koşmuş ama yetişememiş. Kuş uçup gitmiş.
Delikanlı, karısına kırk gün haksız yere dayak atmakla ne kadar yanlış yaptığını, onu elinden kaçırmakla da daha iyi anlamış; ama onu eve getirmek için yeşil kuşların memleke­tine gitmenin de faydasız olduğunu düşünerek kaderine razı olmuş. Hatasını anlamış. Bir daha da haksızlık yapmamaya karar vermiş.

* Altın Kozalaklı Gümüş Selvi

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur sa­man içinde, hiç çocuğu olmayan bir kadın varmış.
Çocuğu çok sevdiğinden kendisini avutmak için bir tah­ta parçası üzerine kömürle kaş göz yapmış, bunu bezlere sar­mış, salıncağa koyarak sallamaya başlamış.
Artık her gün salıncağın başında oturuyor, oradan hiç ayrılmıyormuş. Kocası akşamüzeri eve geldiği zaman yiyecek yemek bulamadığı gibi evi süpürülmemiş, hiçbir işe bakıl­mamış buluyormuş.
Nihayet bir gün canı sıkılmış, karısına demiş ki:
-Yahu senin yaptığını deliler yapmaz doğrusu. Hiç tah­ta parçasından çocuk olur mu? Bırak artık çocukluğu da evi­nin işine gücüne bak!
Kadın bu sözlere ehemmiyet vermemiş. Zaman zaman:
- Aman çocuğum sancılandı, vah çocuğum üzüldü, diye çırpınır, kocasına geceleri uyku uyutmazmış.
Karısının bu hâlleri canını pek sıkmaya başlayınca, adam bir gece ansızın bu tahta bebeği pencereden atmış. Tahta be­beğin düştüğü yerde, o anda, bir selvi ağacı meydana gelmez mi? Kendisi gümüşten, kozalakları da altından bir selvi…
Senelerce sonra bir gün, padişahın oğlu askerleriyle ora­dan geçerken selvi ağacının dibinde çadırını kurmuş. Şehza­de her gece yatağının baş ucunda altın şamdan, ayak ucun­da gümüş şamdan yaktırır, bir masa üzerine de bir tabak tatlı koydururmuş. Adeti böyle imiş.
Fakat bir selvi ağacının dibinde çadırını kurduğu günden beri her sabah kalkınca altın şamdanı ayak ucuna, gümüş şamdanı da baş ucuna getirilmiş, tatlı tabağını da boş bulur-muş. Bu vaziyete fena hâlde hiddetlenen şehzade, her sefe­rinde kapısındaki askeri, dikkatsizlik gösteriyor, diye değişti-rirmiş. Hâlbuki hiçbir şeyden haberleri olmadığı gibi çadırda temizlik yaparlarken, her şeyi yerli yerine koyarlarmış.
Şehzade, bu işlerin kimin tarafından yapıldığını anlaya-mayınca, geceleyin uyumamaya, sabaha kadar oturup bek­lemeye karar vermiş.
Her akşam bu kararla yatağına uzanarak uyur gibi yapan şehzade çok geçmeden uyuyakalırmış. Nihayet bir gece kü­çük parmağını keserek kanatmış. Acısından gözüne uyku gir­memiş. Beklemeye başlamış.
Tam gece yansı, çadırın tepesi yavaşçacık açılmış. Ora­dan beyaz bir elbise içinde, saçları uzun, ay gibi güzel bir kız süzülüp çadıra inmiş. Kız başlamış şamdanlann yerini değiş­tirmeye… O iş bittikten sonra masanın başına geçerek tabak­taki tatlıyı da yemiş. Çadırın tepesindeki açık yerden tekrar gideceği sırada, şehzade hemen kalkıp bileğinden yakalamış.
Birdenbire korkan kız, şehzadenin güler yüzü karşısında sakinleşmiş. Yatağın bir kenarına oturmuş.
Şehzade bu kızın güzelliğine hayran olmuş. Ona demiş ki:
- Güzel kız ne olur her akşam ki gibi çadırıma yine gel! Ama çabuk kaçma! Olmaz mı?
Güzel kız cevap vermiş:
- Gelirim şehzadem. Fakat gün doğmadan selvi anne­min yanına dönmezsem beni evlatlıktan atar.
Şehzade razı olmuş, böylece anlaştıktan sonra güzel kız her akşam çadıra gelmeye, sabaha karşı gün doğmadan da gitmeye başlamış.
Bir gün padişah, oğluna bir haberci göndererek üç güne kadar dönmesini istemiş. Şehzade bu habere üzülmüş ama ne yapsın? Evlatlar babalarının isteklerini yerine getirmeye mecbur değiller mi?
O da hazırlanmaya başlamış.
Son gece kıza babasından gelen haberi söylemiş. Kız bu fena habere çok üzülmüş. O zaman şehzade, kendisine bera­ber gitmek için ısrar etmiş. Israr etmiş ama kız razı olmamış. Selvi annesinden ayrılamayacağını söylemiş.
O gece geç vakte kadar oturup konuşmuşlar. Sonra uy­kuları gelmiş. Yatmışlar. Sabaha karşı erkenden uyanan şeh­zade, kızı uykuda İken alnından öperek askerleriyle beraber yola çıkmış. Kız hâlâ uyuyormuş.
Biraz sonra güneş doğmuş. Çok geçmeden uyanan kız, bir de ne görsün? Gün doğmamış mı?
Güzel kız incili çadırdan çıkarak etrafına bakmış, kimse­ler yok. Başlamış ağlamaya… Ağlaya ağlaya selvi annesine gitmiş:
- Kuzum selvi anneciğim, canım selvi anneciğim, demiş, bir kusur ettim. Beni affet, içeriye al!
Selvi anne kızı kabul etmemiş, kovmuş. Güzel kız, yanak­larından süzülen yaşları sile sile selvinin yanından uzaklaş­mış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yolda bir çobana rastlamış. Ona yalvararak elbisesini, çadırını, kavalını alıp giymiş. Kendi elbisesini de ona vermiş.
Yine yürümeye başlamış. Dere tepe düz, tam bir güz git­tikten sonra şehzadenin memleketine varmış. O sırada sa­rayın penceresinde oturan şehzade, sokakta yorgun bir ço­ban görünce, seslenmiş:
- Çoban, çoban, böyle nereden geliyorsun, diye sormuş. Çoban da:
- Altın Kozalıklı Gümüş Selvi’den, diye cevap vermiş.
Bu cevap karşısında hem şaşıran hem de sevinen şehza­de, koşarak aşağıya inmiş. Çobanı sarayın bahçesine alarak ellerine sarılmış:
- Söyle bana, demiş, orada ne gördün? Çoban demiş ki:
- İncili çadır kurulu gördüm. Keten gömlek dürülü gör­düm. Yâr, yârinden ayrılmış, ah edip ağlar gördüm!
Bu sözlerden orada neler olduğunu anlayan şehzade, çok üzülmüş. Baygınlıklar geçirmiş. Sarayın adamları gelerek ken­disini iyi etmişler. Aklı başına gelen şehzade, çobanı yanına çağırtmış. Ona, ölünceye kadar yanında kalmasını söylemiş.
Esasen çobanın maksadı da bu olduğundan, sarayda kalmış.
Şehzade, çobanı yanından hiç ayırmazmış, ona her za­man nereden geldiğini, oralarda daha başka neler gördü­ğünü sorar, dururmuş.
Bir gün padişah, oğlunu yanına çağırarak demiş ki:
- Sevgili oğlum, artık evlenecek yaşa geldin. Seni evlen­direceğiz. Annenle beraber bir kız beğendik. Yakında hazır­lığa başlayacağız. Selvi annenin kızına deli gibi âşık olan şehzade, baba­sının bu teklifi karşısında üzülmüş ama ses çıkaramamış. Ka­bul ettiğini bildirmiş. Fakat evlenince çobanıyla sıkışık konu­şamayacağını düşünerek müteessir oluyormuş.
Şehzadenin üzüntüsünü gören çoban demiş ki:
- Şehzadem, bana senin odanın üst katındaki odayı ayırt. İçine yeşil bir döşeme yapsınlar. Tavana salıncak kur­sunlar. Canım sıkıldıkça salıncakta sallanır, vakit geçiririm.
Şehzade, evlenmeden önce sevgili çobanın isteklerini ye­rine getirmiş.
Düğün günü koltuk töreni sırasında şehzade bir koluna karısını, öteki koluna da çobanı almış; üst kata bu şekilde çık­mışlar. Birçok eğlencelerden sonra herkes odasına çekilmiş.
Çoban, şehzadenin yanında ayrılıp da odasına girdiği za­man o kadar müteessir olmuş ki dayanamamış, oturup uzun uzun ağlamış. Arkasından çoban elbisesini çıkarmış. Saçlarını çözmüş. Sonra sandalyeye çıkarak salıncağın ipini boğazına bağlamış. Tam kendisini asacağı sırada eski günlerini hatır­layıp uzun uzun düşünceye dalmış.
Meğer o sırada da şehzade çobanı merak etmiş. Onu görmek üzere merdivenlerden çıkıyormuş. Kapının önüne gelince, içeriye girmeden evvel, anahtar deliğine gözünü uy­durarak bakmaya başlamış. Bir de ne görsün? İçeride, çoban yerine, selvi annesinin kızı yok mu? Sevgilisini görünce bir­denbire heyecanlanan şehzade, onu ölümden kurtarmış. Bu iş bittikten sonra hemen aşağıya inen şehzade, gelini evine göndermiş. Yeniden bir düğün hazırlatarak gümüş selvinin güzel kızı ile evlenmiş.
Onlar ermiş muradına, biz gidelim kapı ardına…

 
  www.theshortstory.tr.gg
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Dikkat!Sayacımız 01/06/2009 Tarihinde Konulmuştur ve Şuana Kadar Günlük En Fazla 38 Online Kişi Olmuştur..'

<>

  28*05*2009


Sitemizi ve Forumumuzu Nasıl Buldunuz?*
Çok Güzel..'
Güzel Bir Site..'
İdare Eder..'
Daha Fazla Bilgi Gerekli..'
Daha Güzel Olabilir..'

(Sonucu göster)


 
Giriş Sayfası Yap Sık kullanılanlara ekle
 

Bu sayfada dakika saniye misafirim oldunuz .....

 

Bugün 44812 ziyaretçi burdaydı!

<>
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol